– Asla. Hürriyeti yanlış anlayan bir dünyadayız. İnsan hür doğmaz. Eğer kendi ben’i ile mücadeleye başlayan bir irade destanının kahramanı değilse, eğer kendi nefsine galebeden ve kendi ihtiraslarına hâkimiyetten başlayan bir hürleşmeye doğru merhale merhale yol almıyorsa, eğer hürriyeti şahsiyetiyle beraber gelişmiyorsa, insan, en hür nizam içinde de hür değildir. Doğarken hürriyetimize de, şahsiyetimize de sahip olamayız. İkisini de, yaşadıkça ve liyakatimiz nisbetinde kazanırız. Burada ferdiyetle şahsiyeti birbirine karıştıranların ezeli hatasına düşmeyelim. Ferdiyet sadece biyolojik vahdetimizi ifade ettiği halde şahsiyet onu aşan ve emri altına alan sosyal hüviyetimizdir. Ferdiyetin şahsiyete bu yenilişi herkeste olmadığı ve olanlarda da müsavi derecede bulunmadığı için, şahsiyetle beraber gelişen hürriyet, herkes için eşit bir hak sayılamaz. Köylüye onu veriyorsunuz, almıyor. Her Türk kadınına verdiğimiz hürriyeti reddeden köylü kadını, hala erkeği görünce yere çömeliyor ve ona arkasını dönüyor. Çünkü o hurafelerinin esiridir. Kanunlarımız onu bu kölelikten kurtaramadığı gibi, büsbütün başka şartlar altında teşekkül etmesi lâzım gelen şahsiyetine de kavuşturmamıştır. Halbuki münevver Türk kadını inkılâptan çok evvel çarşafı atmış ve kaçgöçü kaldırmıştır. Ekonomik hürriyet de öyle. İnsan, madde plânında, kazandığı para nisbetinde hürdür. Çalışmanın sermayeye, çalışanın çalıştırana esir olduğu bir dünyada iktisadi hürriyet, sadece, sermayenin hürriyeti demektir. Kendi müesseselerini öteki sosyal müesseselerden de, insan ruhundan da ayrı müstakil ve mücerret bir kıymetler nizami sanan hukukçular, siyasi hürriyeti psikolojik hürriyetten ayrı düşünüp sadece fertle devlet arasındaki münasebet çerçevesi içine hapsetmekle sun’i bir tecrit yapmışlardır. İnsanın siyasi hürriyeti ne iktisadi, ne de ruhi hürriyetinden ayrı düşünülebilir. Hürriyet problemi tek bir bütündür. Parçalanmaz. Hürriyetin şahsiyetle münasebetini aramayan hukukçu, yalnız fertle devlet arasındaki münasebet plânında kalınca, aptalla zekiye, bilgisizle âlime, görgüsüzle görgülüye aynı rey hakkını tanımak zorunda kalır. Böyle bir hürriyet ve müsavat anlayışıyla iki ahmak bir dâhiden üstündür. Partilerin seçimlerde aptal avcılığına çıkmaları, onları kandırmak için başvurdukları demagojinin demokrasi yerine geçmesiyle neticelenir. Gazetelerde sık sık gördüğümüz “demokrasi demagoji haline geldi” sloganı bir kelime oyunundan ibaret sayılamaz, demokrasinin halkı bir rakam halinde görmesinin zaruri neticesidir. On cahili dokuz âlime tercih eden bir sistemde bilginin demagojiye mağlûp olmasına şaşar mısınız? Felsefi manasıyla hürriyetin, mutlak hürriyetin münakaşasına girmiyorum, bunu külli fikirler ve mefhumlar bahsinde sizinle ayrıca konuşalım. Noraliya’nin defterinde adi geçen Boece, on dört asır evvel bu problemi en aydınlık taraflarıyla ortaya atmış ilk filozoftu. Bugünkü Fransız Existentialism’ i (1) bizi genel fikirlerin ve eski realistlerle nominalistler arasındaki mücadelenin tarihine zaruri olarak götürür. Bu tarih yeniden gözden geçirilmeden yeni bir metafizik mümkün değildir. Bunu ayrıca görüşürüz.
Yüzü kızaran Aziz söndürdüğü sigaranın peşinden bir tane daha yaktı ve devam etti:
– Ferdiyetçi liberalizm, “ben” ve “biz” arasındaki dâvada, birincinin müdafaasını yaptıkça, bugünkü sosyal huzursuzluğun temelindeki bencilliğin çatlağını genişletti. Ben kuduzunu azdırdı. Milliyetçilik, sosyalizm, komünizm, Hıristiyan ve İslâm tasavvufu, ona karşı çok başka yollardan cephe almışlardır. Fakat müşterek düşmanları ben’dir. Ben’in hürriyeti, ben’in mülkiyeti, ben’in şehveti, kazanç hırsı ve nahveti. Yalnız, ideolojiler, antroposantrik (2) mahiyetlerinden dolayı insanı aşan, yüksek bir manevi prensipten mahrum oldukları için, müminlerine dinlerin verdikleri büyük vecdi ve ideal coşkunluğunu verememişlerdir. Hattâ komünizm gibi dine yalnız bigâne kalmayıp düşman kesilen ideolojilerin kütleye verdiği hassasiyet parti ve sendika coşkunluğundan fazla olmamıştır. Yalnız Türkiye’de buna bir de gizliliğin saklambaç heyecanı katılıyor.
Yıldızların ve mezarların önünde, sonsuzluk ve yokluk problemlerinin önünde susan ideolojiler, insana kendisini aşan gayeler teklif edemedikleri için, onun kendisiyle kendi arasına hiçbir transcendant (3) prensibin ve hiçbir idealin mesafesini koyamamışlardır. İnsana hedef olarak kendi kendisini gösterince, onu yerinde saymaya mahkum ettikleri halde koşmasına çalışmak gibi bir imkânsızlıkla karşılaştıklarının farkına varamamışlardır. Bunun sonu yalnız uçakla madde halinde göklere çıkmaktan, fakat manen yerde sürünmekten başka ne olabilirdi? Teknik seviyenin yükselmesi nisbetinde spiritüel ve manevi kıymetlerin alçalması zaruriydi. İlerlemeyi, mekan içinde daha çabuk mesafe almaktan ibaret bir sürat telâkkisinde soysuzlaştırılan insan merkezli bir dünya görüşü, aynı prensibi şümullendirerek her şeyin gayesini kendi kendisinde bulmaktan başka nereye gidebilirdi? İnsanın gayesi insan, hayatın gayesi hayat, süratin gayesi sürat, düşünmenin gayesi düşünme, sporun gayesi spor, yemenin gayesi yemek, şehvetin gayesi şehvet, ticaretin gayesi ticaretten başka ne olabilirdi? Kendi merkezi etrafında her gün biraz daha süratle dönmekten başka bir şey yapmayan insan, atlıkarıncada gözlerini kapayan çocuğun kilometrelerce uzaklara gitmesi hayalîne benzer bir ilerleme vehmi içindedir. Ben’inin tatmin edildikçe artan ve her gün biraz daha maddi bir mahiyet alan isteklerini karşılamaktan başka neye çalışıyor? Eğer bugün, eski Yunan düşüncesinin tazelenmesine borçlu olduğumuz bir klasik temelli kültürümüz ve Rönesans dehalarından gözlerini ayırmayan güzel sanatlarımız varsa, belki de, Eflâtun otomobile ve Michel-Angelo uçağa binmediği içindi. İki bin sene sonra bugünkü kültürümüzden ve sanatımızdan adi bir pragmatizm ve daha soysuzlaşmış bir sürrealizmden başka bir şey kalacağına emin misiniz?
(1) existentialism: Varoluşculuk felsefesi.
(2) antroposantrik: İnsani kâinatın merkezi olarak kabul eden ve her şeyin insan için olduğunu, sadece onun hizmetine hasredilmiş bulunduğunu ileri süren doktrin.
(3) transcendant: Aşkın.
Peyami Safa, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, 32. Baskı, 2016, Ötüken Neşriyat, s. 288-291.

Bir yanıt yazın